Tarih: 03.02.1992 | Yer: | İzlenme:7161
Bismillâhirrahmânirrahîm.
el-Hamdulillâhi Rabbi'l-âlemin alâ külli hâlin ve fî külli hîn.
Emmâ ba'd:
Gerekirse karşılıklı konuşmak, sorular sormak ve cevaplar almak şeklinde
"Bizim en başta gelen, en önde gelen vasfımız İslâm vasfı, müslüman olma vasfımız" demiştik.
İnne'd-dîne indellâhi'l-İslâm.
Biz, "İslâm'ın kendisinin teslimiyet mânası, Allah'ın iradesine râm olmak,
Öbür dinlerin hepsinden bizi ayıran en önemli nokta bu; Allah'ın vahdaniyeti.
Vahdaniyet; vahid, vahdet kelimesiyle ilgili bir kelime;
Biliyoruz, insanlar dünyanın her yerinde ve zamanın her çağında bazı inançlara sahip olmuşlar
Bismillâhirrahmânirrahm
Ve in min ümmetin illâ halâ fîhâ nezîr.
Muhakkak bulunur, muhakkak vardır; her toplumda vardır.
O halde bu zâtlar gelmişler, bu hakikatlerden konuşmuşlar ama insanlar bu hakikatleri tam anlayamamışlar
Bu dinleri incelediğimiz zaman, bir kısmının ilâhî mahiyetini hiç göremiyoruz.
ikili bir inançları var; bir aydınlık tanrısı, bir karanlık tanrısı var.
Tabii bunların ilâhî menşeli olması mümkün değil.
Bir de ilâhî dinler var. Ama bu ilâhî dinlerde de inançların sağlam korunamadığını görüyoruz.
Allahu Teâlâ hazretleri mahşer gününde Hz. İsa'ya soracak;
"Yâ İsa! Bu insanlara 'Beni ve anamı tanrı edinin de heykellerini yapın,
O da diyecek ki;
"Yâ Rabbi! Söylemiş olsam zaten sen bilirsin ama ben böyle bir şey söylemedim.
Eni'budu'llâhe rabbî ve rabbeküm.
Biliyoruz ki Hz. İsa böyle bir şey dememiştir.
Bu konuyu Hıristiyanlıkta ilerlemiş olan
Bu şahıs ondokuzuncu yüzyılın sonunda, yirminci yüzyılın başında yaşamış,
Bizim bir Alman profesörümüz vardı, Helmut Ritter isminde, büyük bir oryantalist yani müsteşrik,
O, biz bir gün böyle teslisten, vahdaniyetten filan bahsederken
Bir başka konuşmasında da;
"Ben de hocam gibi Şâfiîyim!" demişti.
İsmail Saib Sencer Hoca'da okumuş.
İsmail Saib Sencer Hoca Beyazıt Umumî Kütüphanesi'nin müdürü. Sarıklı, cübbeli.
"Evladım git içeriye, kitap deposuna, üçüncü raftan, sağdan yedinci şu renkteki kitabı al, gel." diye,
Ondan ders okumak istemiş de bu Ritter, o da galiba "Ben gayrimüslime ders vermem." demiş.
Helmut Ritter de oradan İsmail Saib Hoca Şâfiî olduğu için bize derste bir kere öyle söyledi.
O Helmut Ritter, büyük oryantalist, diyordu ki;
"Siz kendi kıymetlerinizi bilmiyorsunuz. Değerli şahsiyetlerinizi tanımıyorsunuz.
Mehmed Zihni Efendi, Nîmet-i İslâm kitabını yazan, daha ziyade o kitabıyla tanıdığınız kimse.
Helmut Ritter "Ben bu şahsa hayranım." derdi.
Hakikaten de bu bizim Nîmet-i İslâm sahibi Hocaefendi'ye Avrupa'dan -İsveç Bilimler Akademisi'nden galiba- madalya gönderilmiş.
Abdulehad Davud da bizim aramıza katılmış meşhurlardan böyle büyük bir şahsiyet.
"Hz. İsa aleyhisselam'ın hayatı boyunca anlattığı bizim peygamberimizdi.
Neyin müjdesi?
Gelecek olan o âhir zaman peygamberinin müjdesi. Yani Hz. İsa bunu müjdelemiştir.
Abdulehad Davud bu eski kitapları incelemiş.
Biliyoruz, İstanbul'da yaşamış. Ama sonra ne olmuş, nereye gitmiş, nerede vefat etmiş?..
Böyle şahısları anmamız lazım. Eserlerini incelememiz lazım. Fikirlerini başkalarına duyurmamız lazım.
Hz. İsa'nın Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerinin bildirdiği şekilde
Demek ki vahdaniyeti anlatmış olmasına rağmen sonradan Hz. İsa'nın
Allah'ın -celle celâlüh- Kur'ân-ı Kerîm'inde böyle diyenlerin kâfir olduklarını bildiren âyetleri var:
Lekad kefere'llezîne kâlû innellâhe hüve'l-mesîhü'bnü Meryem.
"'Hz. İsa tanrıdır.' diyenler kâfir oldular!" diye; başka âyet-i kerîmeler de var.
Yahudiler de inançlarını koruyamamışlar.
"Bir aktive olsun, faaliyet olsun diye bulunduğumuz şehirde konferans,
İlk önce haham söz almış
Ve'l-ba'su ba'de'l-mevti hakkun "Ölümden sonra dirilmek haktır. Âhiret vardır."
Bizim inancımız bu. Bunu böyle söyleyince herkes hayret etmiş;
"Arkasından piskopos söz aldı ve hahambaşına cevap verdi." diyor;
Ondan sonra müslüman imam efendi çıkmış, konuşmuş ve
Bunun bir misali de Hindistan'da cereyan etmiştir.
Hindistan'da İngiliz misyonerleri ile Hint müslümanları ki Hint müslümanları iyi müslümanlardır.
Muhterem kardeşlerim!
Bu noktaya özel olarak dikkatinizi çekmek istiyorum.
Geçen asırda Seyahat-i Kübrâ diye bir eseri yazmış,
"Gezdiğim yerlerin en uyanık müslamanları olarak Hint müslümanlarını gördüm." diyor.
Hakikaten İslâm âleminin her yerinde bize büyük bir ümit bağlamışlardır;
Gerçekten de ecdadımız bu teveccühe mazhar olmuşlardır,
Fakat bu Hint müslümanları da kahır ve çile altında yetiştikleri için
Hint bölgesi bizim için çok önemli bir bölgedir.
Bir kere nüfus orada daha kesiftir, yani müslümanların nüfus yoğunluğu Orta Asya'da değildir,
İkincisi, Suudi Arabistan'daki, Mısır'daki, Irak'taki İslâmî akımlar,
Fakat Hint bölgesi, yani Pakistan ve Hindistan, onlar büyük ekseriyetle hem Hanefîdir
Bu Fetavâ-yı Hindiyye, Hanefî fıkhının çok önemli eserlerindendir.
Orada İngiliz misyonerler ile bu Hanefî fıkhını bilen, tasavvufu bilen,
"Müslümanlık ve Hıristiyanlığı karşılıklı müzakere edelim."
"Edelim."
Çünkü İngiliz misyonerler halkı Hıristiyanlığa davet ediyorlar.
Münazarada hangi konular müzakere edilecek?
Bir, ulûhiyet yani Allahu Teâlâ hazretlerinin niceliği ve niteliği konusunda
İki, nübüvvet yani peygamberlik müessesi nedir? Peygamber ne demek?
Üç, Allah'ın gönderdiği kitaplar nedir?
Böyle yedi konu tespit etmişler. Heyetler karşılıklı oturmuşlar, münazaraya başlamışlar.
Çok rahat perişan etmişler. Yani nasıl müdafaa etsin?
Üstelik de, misyoner teşkilatı karar almış ki;
"Bundan sonra müslümanlarla direkt, doğrudan doğruya, alâ melei'n-nâs
Çünkü girildi mi hezimet oluyor. "Asla girilmeyecek." diye karar almışlar.
Tabii İslâm heyeti bu müzakereler için hazırlandığı için, ellerinde dosya ve malzeme olduğu için,
Ulûhiyet ve vahdaniyet konusunda münazaranın sonucu ve bu konunun güzel bir anlatımıdır.
Avrupa'ya gidecek kardeşlerimize biz tavsiye ediyoruz ki;
"İlk önce bu kitabı yanınıza alın, konularda müzakereler açılırsa istifade edersiniz."
Bizim de Münih'te arkadaşlarımız vardı. Münih'e gittiğimiz zaman dediler ki;
"Bize Yehova şahitleri geliyorlar, evimizde 'Sizinle dinî sohbet yapmak istiyoruz.' diye
Yehova şahitleri çok aktif bir organizasyon.
"Peki, olur, görüşelim.
"Peki." demişler. Bizim arkadaşlarla bunlar Münih'in bir yerinde toplanmışlar.
"Bak siz konuşacaksınız, biz de konuşacağız. Öyle tek taraflı değil.
"Nedir sizin bu Yehova Şahitliği? Anlatın bakalım."
Onlar anlatmış.
"Daha nedir?"
Yani söyleyebilecekleri her sözü söyletmişler ve dinlemişler.
Yani çok münhezim ve perişan olarak gitmişler.
Tabii Allah'ın varlığı ve birliği konusu ilm-i kelâmda -Bizim inançla ilgili ilmimiz,
Tasavvufun da en önemli konusu budur; Allah'ı bilmek.
Tasavvufun birkaç hedefi vardır.
Birisi, mârifetullaha ermektir, yani Allah'ı bilmektir.
Tasavvufun öbür konularından birisi, nefse hâkim olmaktır.
Tabii o terbiyenin sonucunda insanda hâsıl olan bir başka sonuç da ahlâkın güzelleşmesidir.
Daha başka konular vardır; kalbin nurlandırılması, tasfiye-i kalb deniliyor.
Önemli bir konusu mârifetullah; Allah'ı tanımak, Allah'la âşina olmak.
Tasavvuf erbabı burada çok sağlam bir yola girmişlerdir. Diyorlar ki;
"Allah'ı insana Allah bildirir."
Sen Allah'ın sevdiği, rızasına uygun işleri yaparsan, yolunca yürürsen, O da sana kendisini bildirir.
Tasavvufî yolda çalışmalar iki grupta toplanabiliyor. Tabii çalışmalara "tarikat" diyoruz.
1.Nefsi ıslah ederek ilerleme yolu.
2.Kalbi uyandırarak, nurlandırarak -kalpten maksat gönül;
Birisine, nefsi ıslah yollarına turuk-u nefsâniyye deniliyor;
Turuk-u nefsâniyyede nefsin ıslahı hangi yolla olacak?
İnsanın nefsinin arzuları çok kuvvetlidir.
Bu duygular nasıl zapt u rabt altına alınacak?
Oturup da hür bir tarzda "Ben bu nefsi nasıl ıslah ederim?" diye bir psikolog olarak
Mesela nefsin mertebelerini tasavvuf kitaplarında, tasavvufla ilgili eser vermiş
İnne'n-nefse le-emmâretün bi's-sûi illâ mâ rahime rabbî.
Yusuf sûresinde bu âyet-i kerîme geçiyor. Mânası:
"Hiç şüphe yok ki nefis insana kötülüğü çok emredicidir."
Emmâre, âmir kelimesinin mübalağa siygasıdır. Memur, âmir.
Niye emmâre gelmiş?
Emmâre gelmesinin sebebi, nefis müennes olduğu içindir.
Neyi çok emredicidir?
Bi's-sûi. Kötülüğü çok emredicidir.
Yani nefis kendisinin devamını ister, arzularının tatminini ister; arzuların hangi yoldan
Hele hele kız-erkek ilişkilerinde, kadın-erkek ilişkilerinde bu duygular son derece coşkundur
İnne'n-nefse le-emmâretün bi's-sûi.
Ha işte, nefs-i emmâre bu. Yani nefs-i emmâre tabiri Kur'ân-ı Kerîm'den çıkmış bir tabir.
Başka ne var?
Levvâme tabiri var. O da Kur'ân-ı Kerîm'den.
Mülheme tabiri var.
Fe-elhemehâ fücûrahâ ve takvâhâ.
Fe-elhemehâ, yani elhamehallâhu "Allah ona ilham etti." Fücûrahâ ve takvâhâ.
İşte bu mülhemedir.
Yani bu âyetleri incelemişler;
Bir mutmainne nefis var;
Yâ eyyetühe'n-nefsü'l-mutmainne.
O da âyet-i kerîmeden çıkıyor.
Yani terminoloji, tabirler Kur'an'dan, hadîs-i şerîflerden.
Şimdi bu nefsin ıslahı metotları, onlar da yine hadîs-i şerîflerden ve âyet-i kerîmelerdendir;
Bizde eksik olan taraflardan birisi... Tabii hadîs-i şerîflere rağbet, riayet ve kıraat vardır.
Bu insanlar İslâm'ı nasıl anlamış?
Muhakkak kaynağa en yakın kimseler, olayların ta içinde, olayların figüranları,
Bu insanlar İslâm'ı nasıl algılamış, nasıl anlamış, nasıl yorumlamış, nasıl uygulamış?
Bu çok önemli bir şey. Bu konuya az rağbet ediliyor.
Biz onun için bizim dergilerimizin hediye ettiği kitaplar arasında
Çünkü Peygamber Efendimiz'in sahabesi, her birisi bizim için bir örnek insandır.
Ashâbî ke'n-nücûmi. "Benim ashabım yıldızlar gibidir."
Onun için onların hayatlarını okumak lazım.
Şimdi İslâm'ın eğitim metodunda fiilî durum, gördüğümüz durum tatbikattır, uygulamadır.
Peygamber Efendimiz'in hayatı sûfîyânedir. Peygamber Efendimiz mutasavvıfların şahıdır.
Sahâbe-i kirâm da öyledir. Onlar da mutasavvıfların sultanlarıdır,
En uygun öğretme tarzı da bu tarzdır.
Meşâyihin, tasavvuf büyüklerinin de müridleri terbiye metodu aynıdır.
İslâm zaten hayatı yaşama tarzıdır.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
"Doğru sözlü, emniyetli, güvenilir bir tüccar
Yani bir tüccar ama peygamberlerle ve şehitlerle beraber haşrolacak; mertebesi yüksek oluyor.
el-Kâsibu habîbullah.
Bizim İslâm Mecmuası'nda levhasını verdik, derginin hediyesi olarak.
"Kesb ü ticaret eyleyerek, kazanç sağlayarak geçimini temin edenler Allah'ın sevgili kullarıdır."
Çünkü başkasının sırtına yük olmuyor; bir iş yapıyor ve işinin karşılığını alıyor.
Askerlik yapar, sevap kazanır; nöbet tutar, sevap kazanır; ticaret yapar, sevap kazanır.
Evlilik sevaptır. Hatta "Evlilik münasebeti sevaptır." diyor Peygamber Efendimiz.
Sahabeden bir kimse diyor ki;
"Yâ Resûlallah! İnsan nefsinin arzusunu tatmin ediyor, bu da mı sevaptır?"
"Tabii, meşru yoldan tatmin edildiği için sevaptır. Ya gayrimeşru yoldan tatmin etmeye kalksaydı?
İşte İslâm budur. Yani hayattır. İslâm fıtrattır.
Bizim bir askerî ateşe, albay dostumuz, tanıdığımız vardı.
"Aziz dostum, karar verdim, intihar edeceğim."
"Niye?"
Eşinden, karısından şikâyet ediyor.
"Şu sebepten intihar edeceğim."
"E şikâyet ediyorsan karından boşan."
"Olmaz!" demiş. "Bizim Katoliklikte boşanma yok!"
Yani boşanma yok. Ne oluyor? İntihar ediyor.
Boşanma yok da intihar var mı?
Ne taraftan baksan saçma şey. Bir kere boşanmanın olmaması saçma.
O bakımdan İslâm hayat dinidir. Hayatın her faaliyeti zihniyete göre sevap kazanma mevzuu olabilir.
Bir kadının çocuk doğurması cihattır.
Annesi, babası ihtiyar olan birtakım kimseler
"Yâ Resûlallah! Müsaade buyurun, cihada katılıp sevap kazanmak istiyoruz."
İzin istediler.
Peygamber Efendimiz ahvâl-i şahsiyesini, yani neyin nesi olduğunu,
"Annem, babam var."
"Nerede?"
"Memlekette."
"Git, onlara hizmet et." buyurdu.
İslâm hayat dini, fıtrat dini, akıl ve mantık dini olduğu için
Demek ki İslâm bir zihniyettir ki nereye gelirse, ne zaman kullanılırsa o iş bir ibadet haline geliyor.
Peygamber Efendimiz numune bir insan. Hepimizin numunesi, modeli, üsve-i hasenesi.
Tabii bu öğrenim esnasında insan bilgi kazanıyor, görgü kazanıyor.
Onun için turûk-u nefsâniyyede, yani nefsi ıslah yolunda riyâzet-i nefs esas alınıyor.
Riyâzetü'l-beden var, yani bedenin riyazeti. Batılılar buna "jimnastik" diyor. Adam koşuyor.
Niye koşuyorsun? Terliyorsun bak, yoruluyorsun?
"Olsun, bu benim vücuduma lazım." diye koşuyor.
Halter kaldırıyor.
"Yahu bu kadar yükü ne kaldırıyorsun, sen hamal mısın?"
"Yok. Benim adalelerim kuvvetlensin." diye bunu yapıyor.
Tekerleksiz bir bisikletin üstüne çıkıyor, saatlerce pedal çeviriyor.
Bir yere gitmiyorsun, ne diye çeviriyorsun bunu?
"Ben bunu çevirerek adalelerimi kuvvetlendirmeye çalışıyorum.
Tasavvufta nefse karşı uygulanan zorluklara, baskılara da riyâzetü'n-nefs deniliyor;
Bunlardan birisi ve başta geleni; az yemek. Buna taklîl-i taam terimi, tabiri kullanılıyor.
"Kâfir yedi mideyle yer, mü'min bir mide ile yer."
Yani bir oturduğu zaman şu kadar yer, siler süpürür; hâlâ karnı doymaz, hâlâ etrafına bakar.
Peygamber Efendimiz'e İslâm'ı öğrenmek üzere bir şahıs gelmiş. Sofraya oturmuş.
"Kâfir yedi mideyle yer.
Bu az yeme, bir.
İkincisi; uykuyu az uyuma.
Şehevât-ı nefsâniyenin kırılması için çarelerden birisi, yemeği az yemek;
Pratik bir sonuç. Az uyuduğu zaman insanın arzuları sönüyor. Değişiklik oluyor.
O, akşamüstü o vakte kadar rahatça durur. Sonra daha başka arzuları da hemen frenleniyor.
Az yiyip az uyuduktan sonra tabii iyi bir yola girmiş oluyor;
Üçüncüsü; taklîl-i kelâm, az konuşmak.
"Sükut da ibadettir."
Sonra konuşmayı azaltmak istese bile yine konuşma insanlar oldu mu ister istemez olur.
Bunlar biraz böyle secîli, yani birbirine benzer kelimeler.
Taklîl-i taam, yemeği azaltmak; taklîl-i menâm, uykuyu azaltmak; taklîl-i kelâm, sözü azaltmak;
Böylece bu şartlar tavsiye edilerek, insanın düşünmesi gereken konuları düşünmesi
Sonra zikr-i müdâm geliyor, yine aynı kâfiye, secî üzere.
Nefsin ıslahı tabii zor; bir insanın eğitilmesi bu,
İnsanoğlunun yetişmesi zordur. En nâdide mahluk. İnsan çok zor yetişir, seneler sürer.
Bir de bu nefis, hemen böyle bir aspirin yutup da baş ağrısının geçmesi gibi
Sonunu bir hikâyeyle, fıkrayla bitirelim diye isterseniz bir hikâye anlatayım.
Bir tekkede gelen dervişler hizmet ediyorlarmış, eğitim görüyorlarmış.
"Sen, tamam, hadi bakalım; buyur, git.
Hepsi güzel; gelen gidiyormuş, gelen gidiyormuş...
"Benden sonra geldi gitti, geldi gitti... Gelen gidiyor da ben hâlâ buradayım?
Bu düşünceye kapılınca...
"Tamam, sen de oldun, sen de git falanca yere."
Bunu göndermiş Hindistan'daki bir diyara.
"Kimi seçelim, kimi seçelim?.." derken, birisi demiş ki;
"Bu mübarek zât, namazında niyazında, bilgili, ârif bir kimse; bunu padişah yapalım."
Fakat daha bu şehre gönderilmeden önce hocasıyla arasında bir konuşma geçmiş. Hocası demiş ki;
"Tamam, sen de oldun, sen de filanca beldeye git,
"Pekâlâ efendim; hepsi sizin olsun."
"Yok, hepsi benim değil; yarı yarıya. Yarısı senin olacak, yarısı benim olacak. Tamam mı?"
"Nasıl emrederseniz öyle olsun, baş üstüne efendim." demiş, öyle gelmiş o diyara.
Padişah olmuş. Hakikaten güzel bir yönetim uygulamaya başlamış.
Aradan yıllar geçmiş, şeyh efendi bir gün pattadak, aniden kalkmış gelmiş.
"Aman efendim, hoş geldiniz, şeref verdiniz..."
Derviş çok sevinmiş.
"Sen otur efendim."
Diz çökmüş hürmetkâr bir şekilde, herkes hayret ediyor; padişah aşağıda, gelen bir şahıs tahtta.
Akşam veyahut birkaç gün geçtikten sonra;
"Gel bakalım." demiş, "Seninle biraz bazı işler konuşalım."
Demiş ki;
"Seni ben buraya gönderirken ne demiştim? Kazancın yarı yarıya ortak olacak, tamam mı?"
"Hepsi sizin olsun, zaten neyimiz varsa..."
"Tamam mıydı?"
"Tamam."
"Getir bakalım malını mülkünü, emlakını."
"İşte şu kadar param var, bu kadar evim var, bu kadar bahçem var, bu kadar şu var, bu var..."
"Tamam, yarısı senin, yarısı benim; yarısı senin, yarısı benim..."
Her şeyi bölüşmeye başlamışlar. Ciddi bir hesap.
"Daha var mı?"
"Yok."
"Evlendin değil mi?"
"Evlendim."
"Kaç tane çocuğun oldu?"
"Beş tane."
"Tamam, onları da burada kazandın, onları da bölüşeceğiz."
"Peki efendim, tamam."
"İki tanesi senin, iki tanesi benim."
Şimdi bir tane kaldı ortada, bu ne olacak?
"Efendim bunu da siz alın, sizin hizmetinizde olsun." demiş.
"Yok." demiş, "Ben adaletli insanım; ortadan böleceğiz. Yarısı senin, yarısı benim."
"Efendim olur mu?"
"Yok. Söz sözdür, söz değişmez; bölüşeceğiz.
Fakat o anda bütün hayalleri bozulmuş, tüm hayaller uçmuş. Meğer bir hayal görüyormuş.
Bakmış ki helvayı karıştırdığı o uzun kürek gibi şey elinde, onu kaldırmış.
"Allah Allah, hayalmiş..." demiş.
Fakat o sırada bir dönmüş bakmış ki kapıda şeyh efendi dayanmış duruyor, ona bakıyor.
"Karıştır evladım helvayı, sen daha bu kafayla tekkede çok helva karıştırırsın..." demiş.
"Kimisi ondan çabuk gidiyor, kimisi bundan geri kalıyor." diyorlar.
Bunun tasavvuf kitaplarındaki latifenin ötesindeki ciddi [tarafı], şeyhe teslimiyet şarttır.
Lâ yu'minü ehadüküm hattâ ekûne ehabbe ileyhi min vâlidihî ve veledihî ve'n-nâsi ecmaîn.
Yani Resûlullah'ı en çok sevmesi lazım.
Ve mâ kâne li-mü'minin ve lâ mü'minetin izâ kada'llâhu ve resûluhû emren
İtaat edecek. İtaat etmezse raydan çıkar.
Doktor hap veriyor, hasta hapı almıyor. Doktor tavsiyede bulunuyor, hasta tavsiyeyi tutmuyor.
Olmaz. Teslimiyet şart.
Rahmetli birisi vardı, [Mehmed Zahid] Hocamız'ın dervişlerinden.
"Es'adcığım -ben o zaman asistanım Ankara'da- teslim olamıyorum." diyor.
Yani zorla değil ya, "Teslim olamıyorum." diyor. Teslim olamıyor. Kolay değil yani.
Bir soru sormuş arkadaşımız, diyor ki;
"Tasavvufî eğitimin ruh eğitimi olduğunu, müridin doğumundan itibaren -belki de daha evvel-
Tabii mürşitlerin, evliyâullahın dereceleri vardır, mertebeleri vardır.
Bahâeddîn-i Nakşibend Efendimiz'in beldesinden geçerken Muhammed Baba-i Semmâsî hazretleri,
"Bu evladımın terbiyesiyle seni görevlendiriyorum.
Allah hepinizden razı olsun.
es-Selâmu aleyküm.